Close
Berbat olaylar için övgü sıfatları kullanmanın dayanılmaz hafifliği

Berbat olaylar için övgü sıfatları kullanmanın dayanılmaz hafifliği

Belgeselci bir arkadaşla montaj masasında ufak bir tartışma yaşamıştım. “Bu görüntüleri kullanmayalım, kullanmamalıyız” demiştim. Aşırı şiddet örneğiydiler. Rahatsız edici, katlanılması güç. “Bunu yapanlar varsa biz niye çekiniyoruz göstermeye. Ayıp kimin? Niye sakınalım. İzleyecekler, izlemek zorundalar” gibi şeyler söylemişti. Görüntülerin çoğunu kullandık ama hala emin değilim, şiddetin sonuçlarını göstermenin sınırı nasıl, neye göre belirlenmelidir?

Televizyon ekranında mozaiklenen görüntü, sanki olmamış gibi yapmak, sanki “hadi seni görmedik, geç bakalım” demek. Kan, kopan uzuvlar, göze giren gaz fişeği, göğsü yarıp geçen kurşunlar, yüzün bir kısmının parçalanması… Nice örnekler geliyor da insanın aklına, yazılır mı böyle şeyler? Ama yaşanıyor, yaşanmamış gibi mi yapalım?

Geçmişte yaşanmış ya da yaşanılmıştan kotarılmış berbat trajik bir olayın filmi yapılır. Çok acıklıdır, film boyunca kasılırsınız, mideniz bulanır, gözlerinizi kapar, sesleri dağıtmaya çalışırsınız. Schindlerin Listesi, Kamplumbağalar UçarAmerikan Tarihi X, AjamiSuç OrdusuÇizgili Pijamalı Çocuk (…) enfes filmlerdir. Enfes, şahane, muhteşem filmler. “Övgü sıfatları, yaşanmış berbat bir olayın ‘şahane’ anlatılmasınadır.” Cümledeki enteresanlığa bakın.

Kentsel dönüşüm sonrası çeşitli sanatsal çalışmalar yapıldı, kitaplar basıldı. Sulukule yıkılmadan önceki fotoğraflar, Tarlabaşı’nda yaşayan insanlardan kareler gösterildi çeşitli sanat galerilerinde. Konusu “mahalle dokusu” olmak üzere romantize edilerek yazılan hikâyeler, fotoğraf altlarını süsledi. Enfes çalışmalardı, güzel çalışmalardı, “mutlaka görülmesi gerekir”li, “mutlaka okunması gerekir”li hani.

Acıklı hikâye arayan yönetmenin, filmini yapmaya karar verdiği olayı bulduğu an gözlerinin parlaması nasıl yorumlanabilir. Gelsin ödüller. “İyi ki yaşanmış lan bu olay” diye bir ses duyulur mu içinden? Sahneye çıkan yönetmen, “Bu filmi ‘onlara’ yaptım” niye der? Zaten “onların” değil midir hikâye?

Bir köşe yazarı işkence gören insanları yazar tek tek. Yazı paylaşılır. Şahane yazı, muhteşem, helal olsun, işte bu! …

İşkence görüntülerini ifşa eden gazeteci niye tebrik edilir ve daha garibi niçin teşekkür eder, onu tebrik edenlere. Sahneye çıkıp ödülünü alırken içinde bir utanma hissiyatı belirmez mi, sebebini tam olarak kestiremediği.

Kendi hikâyesinin anlatıldığı bir kitabın satıldığı bir kitapçının önünden geçer yaşlıca bir adam. Bilmez. Yazarı kitabını “onlara, ona” ithaf ettiğini yazmıştır oysaki, daha kitabın ilk sayfasında. Fevkaladedir kitap, muhteşem, enfes, şahane ama kitapta kendi hikâyesinin anlatıldığından haberi yoktur adamın.

Akbank Sanat’ta,  Doğan Yaşat, “Edebiyatı Felsefe ile Okumak” atölyesinde Samuel Beckett’in “Watt”ının son cümlesini okuyor:  “Yazdıklarımda simgesel anlamlar arayanların boynu altında kalsın.” Katılımcılardan biri soruyor az sonra: “Beklenilen Godot, Tanrı olabilir mi?

Sanat, sanatlığıyla kalmayacak illa bizim tarafta. Mesaj aramalar, anlam yüklemeler, onlar, bunlar. Hem de en anlamlı olanının bile sanatsal aşkımızı depreştirmesi dışında bir yararı yokken.

 

Close